19 Mayıs 2008 Pazartesi

Bağdaşmazcılık

[İng. incompatibilism, Fr. incompetilisme, Alm. İnkompatibiltrmus]

Belirlenimci bir dünyada özgür eylemin söz konusu olamayacağı, nedensellik yasalarının özgürlüğü engelleyeceği yollu ahlak felsefesi görüşü. Bağdaşmazcı felsefeciler her şeyin belirlenmiş olup olmadığı konusunda kendi aralarında ikiye ayrılırlar:

Katı belirlenimciliği savunan d’Holbach gibi XVIII. yüzyıl felsefecileri ile kimi çağdaş davranışçılar, yapıp etmelerimiz çevresel ve kalıtımsal etkenler tarafından belirlendiğinden özgürlüğün bir yanılgı olduğunu savunurlar. Katı bellenimcilerin bazıları daha da ileri giderek insan için özgürlük söz konusu olmadığından ahlakı sorumluluğun da varolmadığına ileri sürerler.

Bunların karşı ucunda yer alan metafazik özgürlükçülerse insanların özgür ve ahlaki açıdan sorumlu varlıklar olduklarını; her şeyden önce geçmişin geleceği tek ve değişmez bir biçimde belirlemesinin söz konusu olmadığına savunarak belirlenmişçiliğe karşı çıkarlar. Zamana ilişkin bu savlarının kanıtlanmasa doğrultusunda fizikteki son gelişmeleri de arkasına alan ılımlı bağdaşmazcılığın yandaşları, sorumluluğu yüklenilen seçimleri daha önceki koşullar tarafından belirlenmemiş seçimler olarak betimler; buna karşı seçimlerin gelişigüzel belirlendiği ve kişinin kendisine ait olmadığı iddiasını çürütmek için de eyleyenin usu dahil olmak üzere çeşitli etkenlerin olasılıkları sınırlandırdığı ve seçimleri zorunlu kılmaksızın etkilediğini iddia derler.


Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Bağdaşırcılık

Nedensellik yasalarına, belirlenmişliğe tabi olsalar da insanlar pratikte özgür istence sahiptirler ve eylemlerinden ahlaken sorumludurlar yollu ahlak felsefesi görüşü. Belirlenimci bir dünyada özgür eylemin olamayacağını öne süren bağdaşmazcılara karşı özgürlüğün nedensel belirlenimcilikle bağdaşabileceğini savunan bağdaşarcılar, özgürlüğün karşısavının nedensel belirlenimcilik değil zorlamaya da baskı olduğunu savunurlar.

Bağdaşırcılığı savunanlar arasında bir yanda özgürlüğü özerklikle özdeşleştiren Stoacılar ve Spinoza gibi usçu felsefeciler yer alırken, diğer yanda kendiliğindenlik özgürlüğünü savunan Hobbes, Locke ve Hume gibi deneyci felsefeciler bulunur. Belirlenmişlik düşüncesi ya da tasarımı altında da özgürlüğün olanaklı olduğunu düşünen bağdaşırcılar kimileyin “alımlı belirlenimciler” diye de adlandırılır.


Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Bütüncülük

Bütüncülük
[ İng.holism, Fr. holisme, Alm. Holismus]

Genel olarak, bir bütünün parçalarının toplamından daha fazlasını ifade ettiğini düşünen; bir bütünün parçalarına ve bu parçaların birbirleriyle ilişkilerine dair yapılan açıklamayla bütüne ilişkin tam bir bilgi edinmenin mümkün olmayacağını savunan; dolayısıyla bir dizgenin açıklanmasında bütüne parçalarından daha büyük önem atfeden; parçalarına karşı ‘bütün”ün önceliğini vurgulayan her türden öğretiye verilen ad. Bu görüşün yandaşları bütünün niteliklerinin parçalarının nitelikleriyle tanımlanamayacağını düşündüklerinden, genelde. parçanın ait olduğu bütüne göndermede bulunmaksızın açıklanmasının ve yorumlanmasının olanaksız olduğunu ya da en azından böyle bir açıklamanın yetersiz olacağını savunurlar.

Çoğunlukla yöntembilgisi çerçevesin de,yöntembilgisel bütüncülük biçiminde ele alınan bütüncülük, felsefede özellikle toplum bilimleri felsefesinin konusudur. Bu alanda birçok sorun yöntembilgisel bireyciliğe karşı yöntembilgisel bütüncülük sorununa indirgenmiştir. Bağdaştırıcı yasalar ya da birarada olma yasaları aracılığıyla daha az karmaşık durumlara ilişkin yasalardan daha karmaşık durumlara ilişkin yasaların çıkarsanamayacağını savunanlar “yöntembilgisel bütüncüler”, bu türden çıkarsamaların yapılabileceğini savunurlarsa da ‘yöntembilgisel bireyciler” diye adlandırılmaktadır. John Stuart Mil, Max Weber, Joseph Schumpeter, Karl Popper, Friedrich gibi yöntem bilgisel bireyciler bütün toplumsal olguların bireylerin eylemleri, inançları ve arzuları aracılığıyla bütünüyle açıklanabileceğini uslamlarken; Auguste Comte, Emile Durkheim, Karl Marx gibi yöntem bilgisel bütüncüler açıklamalarında bireysel eylemi ikincil konuma alarak toplumsal yapıların ya da bütünlüklerin belirleyiciliği üzerinde dururlar.

Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Belirlenmezcilik

[Alm. indeterminismus]
[Fr. indeterminisme]
[İng. indeterminism ]
[Lat. in-de-terminare = sınırlanmama, belirlenmeme]
[es. t. laicabiye]:


1- (Genel olarak) Nedensellik yasasına bağlı olmayan, bir nedene bağlanmayan olay ve durumların da bulunduğunu öne süren görüş.

2- (Özellikle ahlak felsefesinde) İnsan istencinin hiçbir koşula bağlı olmadığını, içinde bulunduğu koşullarla belirlenmediğini, insanın özgür istencinin nedensellik yasasına bağlı olmadığını savunan görüş.

Bilinç

Osm. Şuur, İstiş'ar, Zamir, Hatır, İdrâk, İlim, Vukûf, Vicdân, Hissi bâtın, Hissi nefis, Akide, İtikat, İnsâf, Derûn; Fr. Conscience, Al. Bewusstsein, Selbstbewusstsein; İng. Consciousness, İt. Coscienza

İnsanın çevresini ve kendisini anlamasını sağlayan anlıksal süreçlerin toplamı.

1. Etimoloji: Osmanlıca şuur anlamını veren Türkçe bilinç terimi bilmek mastarından, Osmanlıca vicdan anlamını veren Türkçe bulunç terimi bulmak mastarından türetilmiştir. Bu türetimde Osmanlıca terimlerin Arapça anlamları göz önünde tutulmuştur. Her iki anlam da Hint-Avrupa dil grubuna bağlı Fransızca, İngilizce ve İtalyancada aynı terimle dile getirilir. Terim, Hint-Avrupa dil grubunun kesmek ve yarmak anlamlarını veren skei kökünden türemiş, Latince aynı bilgilere sahip olduklarından ötürü kişiler arasında kurulan dayanışma anlamını veren conscientia sözcüğü aracılığıyla bu dillere geçmiştir. Terimin bu dillerdeki ilk anlamı bulunç (Fr. Conscience morale)'tu, sonradan bilinç (Fr. Conscience psychologique) anlamına kaymıştır.

2. Metafizik: Metafizikte bilinç insandan bağımsız bir güçtür ve insana verilmiştir, evrensel ya da Tanrısaldır. Metafizik düşünme dizgesi içinde yer alan idealizme göre de bilinç, maddeden ayrı ve bağımsız bir güçtür. Bu savda temellenen idealizm antikçağ Yunan düşünürü Anaksagorasla başlar. Anaksagoras nus adı altında bir evrensel us düşünmüş ve onu maddenin karşısına koymuştur. Aristoteles'in deyişiyle, "Anaksagoras, nus un yaratan ve maddenin yaratılan olduğunu söylemiştir. Çünkü her şey bir aradayken nus gelip düzenlemiştir". Bu anlayış, bilinç'le maddeyi birbirinden tümüyle ayrı şeyler sayan Descartes'dan geçerek, onu, evrenselleştiren Hegel'de ulaşır. Hegel'e göre önce evrensel bir bilinç vardı ve bütün doğa bu evrensel bilincin ürünüdür, doğa diyalektik evriminin sonunda, gene bu bilince ulaşarak kendi kendini tanıyacak ve evrim böylelikle son bulmuş olacaktır. İdealist akımın karşısında yer alan ve antikçağ Yunan düşünürü Demokritosla başlayan materyalist akım, kaba ya da Vülger materyalistler adıyla adlandırılan bilim-öncesi materyalistlerinin bilinci maddeyle aynılaştırmalarıyla uçlaşır. Bunlara göre de, "Karaciğerin safra salması gibi beyin de bilinç salar". İdealist akımın düştüğü yanılgı kadar yanlış olan bu sonuç, bilim-öncesi materyalistlerinin gerçekte tekyanlı metafizik düşünme sistemine bağlılıklarından doğmaktadır.

3. Ruhbilim: Ruhbilimde bilinç terimi, öznenin kendini sezişi ya da kendinin farkına varışı anlamında kullanılır, algı ve bilgilerin anlıkta izlenmesi süreci olarak tanımlanır. Geniş anlamda bilinç, usun kullanılmasıdır. Ruhbilimsel açıdan insan, kendi varlığını ancak bilinciyle aşabilir. Türk Dil Kur umunca bilinç'le ilgili çeşitli ruhbilim terimleri önerilmiştir (Bk. Ruhbilim Terimleri Sözlüğü, TDK. yayını, birinci baskı, s. 35-36): Anımsamayı sağlayamayacak aşamadaki öğrenme bilinçdışı öğrenme (İng. Subliminal learning), belli bir anda insanın aynı zamanda algılayabileceği nesnelerin toplamı bilinç genişliği (İng. Span of consciousness), bilinç sürecini denetlediği ileri sürülen beyin yeri bilinç katı (İng. Seat of consciousness), hekime duyulan güvensizlik ya da utançtan ötürü verilmesi gereken bilgileri saklama bilinçli direnç (İng. Conscious resistance), bir küme yaşantının ötekilerden ayrılarak kendi içlerinde örgütlenmesi bilinçliliğin bölünmesi (İng. Split-off consciousness), nesne ve olaylara karşı uyanık bulunma durumu bilinçlilik (İng. Consciousness), belli bir anda bilinçte bulunmayen ama anımsanıp bilince çağrılabilen anıların bilinçteki yeri bilinç öncesi (İng. Foreconscious, Preconscious), Fröydcülüğe göre baskıya alındıklarından ötürü doğrudan anımsanmamakla beraber gizli yollardan bilinci ve davranışları etkileyen etkenlerin tümü bilinçsiz bellek (İng. Unconscious memory), kişinin bilincinde olmadığı ve ancak davranışlarıyla yansıtabildiği eyleme geçme isteği bilinçsiz güdülenme (İng. Unconscious motivation) terimleriyle dile getirilmektedir.

4. Diyalektik: Diyalektik materyalist felsefeye göre bilinç; insanın düşüncesi, duygusu, iradesi, karakteri, heyecanı, anlağı, kanısı, sezisi vb. gibi bütün anlıksal süreçlerinin toplamıdır. Nesnel gerçekliğin insandaki yansıtıcısıdır. Maddesel olan insan beyninin bir özelliğidir. Önce maddesel doğa vardı. Doğasal evrim insana ve bilinç'e kadar gelişti. Bilinç elbette doğasal, eş deyişle maddi bir üründür ama maddeyle ayrılaştırılamayacağı kadar aynılaştırılamaz da. Nitekim çocuk da annesinin ürünüdür ama annesinin aynı değildir. Bilinç, toplumsal bir üründür ve dil'le sımsıkı bağımlıdır. Dil olmaksızın bilinç de olamaz. Çünkü dil, başkaları için gerçekleşen pratik bilinçtir. Hayvanın ön ayaklarının elleşmesi ve ellerin emekte kullanılmasıyla başlayan insanlaşma, zorunlu toplumsallaşma olgusundan geçerek, dil-bilinç olgusunu meydana getirmiştir. Bilinç olgusu, insanların yaşma biçimlerinin ürünüdür. Öyleyse pek açıktır ki bilinç, insanların yaşama biçimlerini yansıtır. Ama bilinç sadece yansıtmakla yetinen basit bir ayna değil, belirmesiyle birlikte diyalektiğe girmiş etken bir güçtür. "Bir sarayda, bir kulübedekinden başka türlü düşünülür". Ama saray koşullarından doğan saray düşüncesi de saray koşullarını etkiler ve değiştirir. Marksist diyalektik ipinin iki ucundan biri eylem (pratik), öbürü de bilinç (teori)'dir. Çeşitli yanlış anlamalar ve yorumlar bu ipin iki ucunu birden elde tutamamaktan doğmaktadır. İnsansal girişkenlik (Fr. Initiative), bilinç'le gerçekleşir. İnsan, olaylardan oluşan bilinciyle o olaylara egemen olabilir. Bilim-öncesi felsefede insanların yaşama biçimleri düşünme biçimleriyle açıklanırdı, oysa düşünme biçimleri yaşama biçimlerinin sonucuydu. İnsan, bilimsel olarak bunun bilincine vardıktan sonradır ki, bilinç'li etkenliğiyle yaşama biçimlerini de değiştirmeye başlamıştır. Hiç bir şeyi değiştiremeyen hayvansal çabayla her şeyi değiştirebilen insansal çaba arasındaki tek fark, insansal çabanın bilinç'li oluşudur. Engels şöyle der: "Bilinçli amaç, istenmiş bir erek olmaksızın hiç bir şey meydana gelmez". Bilinç, insanın, kendisini çevreleyen şeyleri fark etmesini, algılamasını ve algıladıktan sonra kavramasını gerçekleştirdiği gibi istemesini ve istediğini yapmasını da gerçekleştirir. Marx da Alman İdeolojisi adlı yapıtında şöyle der: "İşte ancak şimdi, yani temel tarihsel ilişkilerin dört uğrağını gözden geçirdikten sonra insanın bir de bilinci olduğunu görüyoruz (Marx'ın saptadığı temel tarihsel ilişkilerin dört uğrağı: 1. ihtiyaçları karşılayan araçların üretimi, 2. Yeni ihtiyaçlar üretimi, 3. Soyun üretimi, 4. İşbirliği, eşanlamda belli bir üretim tarzı üretimi uğraklarıdır. O. H.). Ama gene de bu, arı bir bilinç değildir. Çünkü ruh, daha başlangıçta hava tabakaları, sesler, kısaca konuşma biçiminde beliren maddenin yükü altına sokulmuştur. Bilinç ne kadar eskiyse dil de o kadar eskidir. Dil, başkaları için varolan ve ancak bundan ötürüdür ki benim için de gerçekten varolan pratik bilincin ta kendisidir. Dil, tıpkı bilinç gibi, başkalarıyla ilişki kurma zorunluluğundan doğmuştur. Nerede bir ilişki varsa orada insansal bir şey vardır. Hayvanın hiç bir ilişkisi yoktur, hayvanın başkalarıyla ilişkisi onun için bir ilişki değildir. Demek ki bilinç, başlangıcından beri bir toplumsal üründür, insanlar varoldukları sürece de öyle kalacaktır". Demek ki insan topluluğunun dışında insan bilinci olamaz. Bilincin ürünü olan düşünce de, kendisinin maddi iskeleti olan dilin dışında varolamaz. Bundan ötürü bilinç, ilk anından beri dil temeli üstünde biçimlenir. Engels, konuşmanın ortaya çıkışının, maymun beynini adım adım bilinçlendirerek insan beynine dönüştürdüğüne özellikle dikkatleri çekmiştir. (O.H)

...

1-İnsanın kendisi, yaşantıları ve dünya üzerindeki bilgisi; aynı zamanda da düşünme ve kendini tanıma yeteneği.

a. Benle ilgili bütün yaşantıların tümü olarak bilinç; her türlü içten yaşamalar; kendi üzerinde bilinç.

b. Bir şey üzerinde bilinç; nesnel bilinç; nesnel bilinç; düşünme, algılama, duyma, isteme, bekleme gibi bir ereği olan bir şeye yönelen edimleri olanaklı kılan (şey). (TDK)

Belirlenim

[Alm. Bestimmung]
[Fr. determination]
[İng. determination]
[Lat. determination]
[es.t. tayin] :

1- Sınırlanma; bir kavramın anlamının, içeriğinin saptanması; bir düşünce nesnesinin yapısının ya da sınırlarının tam olarak belirlenmesi işi:
2- (Mantıkta) Belirtilerin katılmasıyla kavramın kapsamının daraltılması. (Böylece daha geniş kavramdan daha dar kavrama geçiş. )
3- (Fizikötesi ve ahlak felsefesinde)
a- İstencin ya da olayların, bir başka şeyle belirlenmiş olması. Bir varlık biçiminin, bir davranışın gerekçe ve nedenlerle sınırlanması, saptanması.
b- İki bilgi öğesi arasında, birinci konmuşsa ikincinin de olmasını gerektiren bağıntı.
4- Bir varlığın anlamı, ereği. (Ör. Fichte'nin "İnsanın belirlenimi" adlı yapıtında.)

Belirsiz

Alm. indefinit, unbestimmt, Fr. indefini, İng. indifinite, Lat. in- definitus, es. t. gayr-i muayyen


1- Sonu nereye varacağı bilinmeyen, böylece sonlu mu sonsuz mu olduğu üzerinde bir şey söylenemeyen dizi.

2- Verilmiş bir terimin yalın ve salt değillenmesiyle kurulmuş kavram (ör, insan-olmayan).
3- Bir yargıda yada yargıyı dile getiren önermede önermeyi oluşturan öğelerin anlamca belgin olmayışı. (Ür. "Rektör, düzeltim tasarısına karşı çıktı." önermesinde, hangi, rektör, hangi tasarı, belirsizdir.)

Bellek

Alm. Gedtichtnis, Fr. memoire, İng. memory, Lat. memoria, es.t. hafıza

1- İzlenimleri, algıları vb. saklama ve yeniden bilinçte canlandırma yetisi.

2- İzlenimlerin, algıların vb. saklandığı yer.

Ben

Alm. Ich, Fr. mai, İng. myself, Lat. ego, es.t. ene

1- Bilinçli bireyin kendini başkalarından ayırmasını dile getiren sözcük.

2- Bilinç edimlerinin taşıyıcısı . (Ör. Descartes'ta düşünen varlık, düşünen töz; Hume'da tasarımlar demeti.)

Bencilik

Alm. Egoismus, Fr. egoisme, İng. egoism, es. t. hodkâmlık, egoizm

1- (Genel anlamı): Ben düşkünlüğü; kendine düşkünlük, başkalarını göz önüne almadan yalnız kendini, kendi çıkarını düşünme.

2- İnsanın bütün eylemlerinin "ben sevgisi"yle belirlenmiş olduğunu, buna göre ahlaklılığın da yalnızca kendini koruma içgüdüsünün bir biçimi olduğunu, bütün eylemlerin kendini koruma içgüdüsünden ve "ben sevgi- si"nden çıktığını öne süren öğreti (Hobbes).

3- Kendi ben'ini ve çıkarını yaşamın mutlak ilkesi yapan anlayış. Karşıtı bkz. özgecilik.

Benzeşen

Alm. analog, Fr. analogue, İng. analogous, Yun. analogos = logosa uygun olan, karşılık olan, es. t. Mümasi

1- (Aristoteles'te) Çeşitli nesnelere uygulanabilip de tıpatıp aynı anlamda geçerli olmayan bir kavram. (Ör. sağlam bir ayakkabı, sağlam bir uyku, sağlam bir karakter; masanın varlığı, güzelin varlığı, sayıların varlığı.)

2- Bir terimin bir başkasına olan oranının, bir üçüncünün dördüncüye olan oranı ile ayııı bağıntıda olması. // Bu oran matematik büyüklük oranı da ola- bilir (sözcüğün ilk anlamı budur), durum, süre, ereklilik vb. oranı da olabilir. "Sinir sistemi telgraf ağlarına benzer" şu demektir: telgraf ağlarının ülkeye ilintisi ne ise sinir sisteminin organizmaya ilintisi odur.

3- Terimlerinden her birinin her birine karşılık olduğu iki öbeği niteleler.

4- Aralarında, özellikle etkilerinde az ya da çok bir benzerlik bulunan iki terimi niteler.

Bağlam

Alm: Zusammenhang, Koharenz Fr: Cohérence İng: Coherence Lat: Cahaerentia,
cohaerare = ile bağlı olmak

Bir düşüncenin, bir yapıtın bir öğretinin bölümleri arasındaki çelişmeye yer vermeyen bağlantı.
(TDK)

Bireysellik

Al.: İndividualitaet, İng: İndividualiser, Fr: İndividualite

Ferdileştirmek. Bir şeyi ayrı olarak, bireysel olarak göz önüne almak.

KAYNAK: TDK Bedia AKARSU.

Bireşim

Os. Terkip, Te’lif, Telfik; Fr., Al. Synthese, İng. Synthesis, İt. Sintesi


Birleştirme... Bireşim ya da Türkçe’de de kullanılan sentez terimi, çözümleme karşıtı olarak, çözümleme yoluyla ayrılmış bulunan öğelerin yeniden birleştirilmeleri anlamını dile getirir. Terim, özellikle Hegel’in diyalektiğinde önem kazanmıştır. Alman düşünürü Hegel bunu, olumlama ve yadsıma çatışmasının daha yüksek bir düzeyde yeniden olumlanması anlamında yadsımanın yadsınması deyimiyle dile getirir. Örneğin yumurta kendi kendine uygun bir nesnedir, kendisini olumlamıştır. Ama yumurtanın içindeki tohum gittikçe o yumurtayı kendi yararına kemirerek yadsır. Ancak bu amaçsız bir yadsıma değildir, daha yeni yumurtalar meydana getirecek olan civciv yumurtanın kabuğunu delerek ortaya çıkar, böylelikle tohumun yumurtayı yadsımasını yadsımış olur. İşte bu yadsımanın yadsınması bir bireşimdir, civciv varlığını kazanmakla kendisini olumlamıştır. Her yadsımanın yadsınması ya da bireşim yeni bir olumlama ya da sav (Fr. These)’dır.


Çatışma çözülmüş ve çelişme şimdilik aşılmıştır ama meydana gelen bu yeni bireşim kendi çelişmesini de birlikte getirmektedir. O da kendisini yıpratacak ve yadsıyacak olan yumurtalar verecektir. Çünkü birlik geçici ve çelişme süreklidir. Böylece her bireşim yeni bir sav olarak karşısav (Fr. Antithese)’ını içerir. Civcivin tavuklaşarak meydana getirdiği yumurtalar kendisini yadsıyacaklar, o yumurtalardan çıkan yeni civcivler de bu yadsımayı yadsıyacaklardır.


Hegel’in diyalektiğinde evrensel oluşma yasası budur. Ne var ki Hegel bu yasayı idealist bir anlayışla, bir mantık, eş deyişle düşünce yasası olarak ileri sürmektedir. Mantık Bilgisi adlı yapıtının Giriş’inde şöyle der: “bilgide ilerlemeyi gerçekleştirmek için gereken, bu mantık yasasını kavramaktır. Buna göre yadsılı olan aynı zamanda olumlu olan’dır. Başka bir deyişle karşı durulan şey yoklukta sıfıra varmaz, sadece içeriğinin yadsınmasında sıfıra varır. Sonuç şudur: Yadsıma, belli bir yadsıma olmakla, aynı zamanda belli bir içerik taşır. Bu yeni bir kavramdır. Ama öncekinden daha yüksek, daha zengin bir kavramdır. Çünkü yadsınması ya da karşıtıyla yükselmiş, zenginleşmiştir. Öyleyse onu içermektedir ama kendisinden fazla olarak hem kendisini hem karşıtını içermektedir. Kavramlar böylelikle meydana gelir ve sürekli bir akış içinde gelişir.”. bilimsel bir yöntem olarak bireşim ve çözümleme çok önemli bulgu araçları olarak bilme sürecinin her aşamasında kullanılır. Herhangi bir bütün, kendisini meydana getiren öğelerine çözümlemeyle ayrılır ve bu öğeler teker teker bilinip tanındıktan sonra bireşimle yeniden kurulur. Böylelikle o bütünün özü anlaşılmış ve ortaya konmuş olur.


Metafizik düşünce bireşim’le çözümleme’yi saltıklaştırıp birbirleriyle karşıtlaştırmak yanılgısına düşmüştür. Oysa bilimsel bir yöntem olarak bireşimsel yöntem (Os. Usuli terkibi, Fr. Methode synthetique)’le çözümsel yöntem (Os. Usuli tahlili, Fr. Methode analytique) birbirlerinden asla ayrılamazlar, çünkü birbirlerinin tamamlayıcısı olarak sıkıca bağımlıdırlar ve ikisi birden kullanılmakla yararlı olabilirler. Mantık açısından bireşim bir tümdengelim, çözümleme bir tümevarımdır. Çünkü bireşim yalını karmaşığa götürür, çözümlemeyse karmaşığı yalına indirger. Böylelikle bireşim genel olanla bireysel olanı, bir olanla farklı olanı; çözümleme de temel olanla temel olmayanı ayırt etme olanağını sağlar.

Bilgi Kuramı

Os. Mebhası marifet, Marifet nazariyesi, Tenkidül ulum, Nazariyei ulum, Felsefei ulum, Mebhası ilim, İlmiyat, İlmül ulum; Fr. Epistemologie-Gnoseologie; Al. Wissenschaftslehre-Gnosiology; İt. Epistemologia-Gnoseologia)



Bilginin bilgisi... doğrudan doğruya bilgi olgusu’yla bilme olayı’nı inceleyen genel bilim dalını adlandıran bilgi kuramı deyimi, Al. Erkenntnistheorie deyiminin çevirisidir ve başka dillerde de (örneğin Fr. Theorie de la connaissance, İng. Theory of knowledge) yerleşmiştir. Gerçekte gnoseoloji ve epistemoloji deyimlerinin Türkçe karşılığı bilgibilim’dir.

Bilgi kuramı terimi, doğrudan doğruya bilgi’nin ne olduğunu inceleyen bir bilim dalını adlandırır ve şu sorunun karşılığını araştırır: bilgi olgusu nasıl gerçekleşiyor? .. Bu soru bilgi’nin özü, sınırı ve kaynakları sorunlarını kapsar. Hind-Avrupa dil grubuna bağlı Batı dillerinde birbirlerine pek yakın anlamlarda kullanılan epistemologie (Os. İlmiyat), gnoseologie (Os. Mebhası marifet) ve theorie de la connaissance (Os. Nazariyei ilim) terimlerinin Türkçe’ye bilgi kuramı terimiyle çevrilmiş olması karışıklıklar doğurmaktadır. Ne var ki bu karışıklık bir dereceye kadar Batı dillerinde de vardır. İngiliz düşünürü Baldwin, bu yüzden, bilgi olgusunun özü-kaynağı-sınırı sorunlarını inceleyen bilim dalının epistemologie ve bilgi olgusunun varlık değeri bakımından eleştirisinin gnoseologie terimleriyle dile getirilmesini önermiştir.gerçekte, bu iki terim arasındaki anlam ayrılığı, bilgi elde etmek için kullanılan yöntem ayrılığından doğmaktadır.

Epistemologie terimi bilimsel bilginin ne olduğunu inceleyen bilim dalını, gnoseologie terimi sezgisel bilginin ne olduğunu inceleyen bilim dalını adlandırır. Theorie de la connaissance ise bilen’le bilinen arasındaki ilişkilerin ne olduğunu inceler. Ayrıca bilgi kuramı deyimi, bilginin kaynağı üstünde savlar ileri süren usçuluk, duyumculuk, sezgicilik, deneycilik vb. gibi çeşitli bilgi öğretilerini de adlandırır. Bir yandan da bilginin değerini araştıran bir felsefe dalıdır. Ne var ki bütü bunlar metafizik felsefenin araştırma ve incelemeleridir. Eytişimsel özdekçi felsefenin bilgi kuramı, yansı kuramı’dır ki bilginin ne olduğunu nasıl elde edildiğini, geçerliliğini ve zorunluluğunu açık seçik sergiler.




Orhan Hançerlioğlu (Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi)

Bilinemezcilik

Eski Yunanca’da “bilinemez olan” anlamına gelen agnostos’ran türetilmiş terim. Felsefede, en geniş anlamıyla, insan zihninin, insanın bilişsel gücünün saltık olanın bilgisine ulaşamayacağını ileri süren öğreti; insan düşüncesinin ve onun sınırlı bilgisinin “gerçek varlığı” kavrayamayacağı düşüncesini kendine temel alan felsefelere verilen ortak ad.

Felsefedeki en bilinen anlamıyla, bilinemezcilik, tanrıtanımazcılığın Tanrı’nın var olduğu, tanrıtanımazcılığınsa Tanrı’nın var olmadığı şeklindeki savlarına karşı geliştirilen Tanrı’nın var olup olmadığım bilmenin olanaklı olmadığı savını savunan düşünce akımına karşılık gelir.

Her türden tanrıbilimsel öğretiye kuşkuyla yaklaşan felsefi bir duruş olarak bilinemezcilik, evrenin varoluşundan sorumlu olan/tutulan kutsal bir gerçekliğin belirlenmesinin insanın bilişsel gücünün sınırlarını aştığı görüşündedir. Tanrı’yla ilgili her türlü soruya verdiği yanıt açıktır:“Ne biliyorum, ne bilmiyorum, ne dc bilmenin olanaklı olduğunu düşünüyorum”.

Düşünce tarihinde çeşitli biçimler altında ortaya çıkan bilinemezciliğin kökleri ilkçağ Yunan felsefesine, özellikle de bilgiyle oylayan Sofistlere dek uzanır. Ortaçağ felsefesinde de olumsuzlamacı tanrıbilim ile kendini gösteren bilinemezcilik bir terim olarak tarihi ise oldukça yenidir (1869). İlk kez Yeni İngiliz felsefesinin önde gelen düşünürü Thomas Henry Huxley tarafından felsefe sözdağarına katılan bilinemezcilik, her türden metafizik düşüncenin ne kanıtlanabileceğini ne de çürütülebileceğini, insanın bilgisine erişemeyeceği Tanrı’nın Varlığı ya da ölümsüzlük türünden fizikötesi konularda yargıda bulunmaktan kaçınması gerektiğini öne süren, Huxley’in kendisinin de savunduğu öğretiyi nitelemek için kullanılmıştır.

Felsefe tarihinde, önceleri Tanrı’nın ya da doğaüstü tanrısal bir varlığın var olup olmadığının kanıtlanmasının olanaklılığına yoğunlaşan bilinemezcilik, modern dönemde XIX. yüzyıldan itibaren büyük ölçüde Kant ve Hume’un felsefelerine yaslanarak kendini çok daha geniş bir felsefi konum olarak temellendirmeye girişmiştir.

Hume’un deneyciliği ile Kant’ın aşkınsal idealizmini, bir başka deyişle biz insanların yalnızca duyularımız ve algılarımız tarafından bize sunulan gerçeği bilebileceğimiz, deneyimi aşan konularda ise kesin bilgiye ulaşamayacağımız yollu görüşü devralan XIX. yüzyıl bilinemezcileri arasında, isim babası T. H. Huxley dışında, Herbert Spencer, William Hamilton, Leslie Stephen adları sayılabilir XX. yüzyıla gelindiğinde ise dolaylı da olsa bilinemezciliğe destek veren iki felsefe akımından söz edilebilir; mantıkçı olguculuk ve doğalcılık.

Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Biçim

Os. Şekil, Suret, Nevi, Hey’et, Temsil, Remiz, Mecaz, İstiare, Kinaye, Sureti hariciye, Bediai lafzıye, Bediai maneviye; Fr. Forme, Figure; Al. Form, Figur, Schluss, Gestalt; İng. Form, Figure, Shape; İt. Forma, Figura

Özdek ve içeriğin karşıtı. "Ne" olana karşıt olarak "nasıl" olan. Kaos durumunda, düzensiz ve belirlenmemiş olana karşılık sınırlanmış, düzenlenmiş olan.

Bir nesnenin, biçim almamış özdeğinden, içeriğinden ayırmak üzere, onun dışını, dış çizgilerini, aynı zamanda iç yapısını, kuruluşunu, düzenini belirleyen. Biçim almamış özdeğe karşılık, belli bir düzene girmiş olan.//

Özellikle bu anlamıyla felsefede (mantık, bilgi öğretisi, varlıkbilim, ahlak felsefesi, estetik, doğa ve tarih felsefesi) biçim kavramının önemli bir yeri vardır. Platon'da biçim, idea ile aynı anlamda kullanılır; genel olanı, değişmez olanı ve kendinden var olanı gösterir; bireysel ve değişen görüngülerin üstünde ve arkasında ilkörnek olarak bulunur. Aristoteles'te, her somut nesne, özdek ve biçimden kuruludur. Başka deyişle, "Biçim kazanmış olan özdektir"; biçim, gerçeklik veren, gerçekleştiren etkendir (causa formalis), aynı zamanda oluş sürecinin ereğini belirler (causa finalis). Özdek, ancak biçim yüzünden 'gerçeklik kazanmış olan bir olabilirliktir. Bu düşünce ortaçağda özellikle skolastik dizgelerce benimsenmiştir.

Aquinolu Thomas'a göre nesnenin özü ve varoluşu biçimden oluşur; ruh bedenin bi· çimidir; salt tinsel tözler ayrık biçimlerdir; Tanrı salt biçimdir. Yeniçağ felsefesi nesnel varlık öğretisinden ayrıldığı ölçüde biçim kavramının anlamı ve durumu da değişir.

Kant'ta görü biçimleri (uzay ve zaman; ve düşünce biçimleri (kategoriler) artık nesnel varlık bağıntıları olmaktan çıkarlar, bilgi ve deneyin, insan duyarlılığında ve anlağında bulunan, zorunlu koşulları olurlar.

Sınırlanmakla belirlenmiş özdek ya da uzay...

Antikçağ Yunan felsefesinde biçim kavramı, ilkin Anaksagoras felsefesinde önem kazanmıştır. Anaksagoras’a göre biçim, evrensel oluşmada düzenlenmemiş özdek (Yu. Khaos) karşıtı olarak düzenlenmiş özdek (Yu. Kosmos)’tir Aristoteles ünlü eidos (biçim) kavramının düzenleyicilik ve yetkinleştiricilik anlamlarını Anaksagoras’dan almış olsa gerektir. Aristoteles, deyimi, nesnenin niteliklerinin tümü anlamında ve özdek ile içerik karşıtı olarak kullanmaktadır. Ona göre ilk özdek (Yu. Prote hyle) biçim’sizdir ve sadece bir güç (Yu. Dynamis)’tür.; onu edim (Yu. Energia)’e geçirip gerçekleştiren, görünümlü ve yetkin kılan biçim (Yu. Eidos)’dir.

Biçim, özdeğin gerçekleşmesidir, gerçek olmayanın gerçek haline geçmesidir. Biçimsiz olan özdek, biçimle gerçekleşmektedir; eşdeyişle kumaş biçimlenerek pantolon, ceket, perde, masa örtüsü olmaktadır. Evrendeki her varlık, biçim kazanmış olan bir özdektir. Demek ki her varlığın bir özdeği, bir de biçimi vardır. Özdek, güç halinde (Os. Kuvve halinde) bulunan biçimdir. Demek ki her varlık, kendinden daha yetkin olan varlığın özdeği ve her yetkin varlık, kendinden daha az yetkin olan varlığın biçimidir. Eytişimsel özdekçi mantıkta biçim, içeriğin (öz’ün) yapısıdır ve yüzyılımıza gelinceye kadar sanıla geldiği gibi onun karşıtı değil, tersine, onun sıkıca bağımlısıdır. Biçim ve içerik (öz) ancak birlikte varolabilirler, biçimsiz öz olamayacağı gibi özsüz biçim de olamaz. Bu bağımlılıkta içerik (öz) temel, biçim ikincildir. Çünkü belirleyici olan özdür, özün çelişkileri onu geliştirirler, gelişen öz de yeni değişimlerine göre biçimini etkiler ve değiştirir. Biçim, öz tarafından meydana getirilmekle beraber yaratıcısıyla karşılıklı etki ilişkisi içinde bulunur, bu etkisiyle özünün gelişmesini hızlandırır ya da engeller. Aynı öz çeşitli biçimlerde gelişebildiği gibi aynı biçim çeşitli özleri yapılaştırabilir. Eytişimsel özdekçiliğin bu konuda ortaya koyduğu çok önemli bir bilgi de biçim’in özsel bir dışlık değil, özün iç yapısını temsil ettiği ölçüde onun gerçek bir parçası oluşudur.

Orhan Hançerlioğlu(Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi)


Yunanca anda, teriminin karşılığı olarak, gizilgücün karşısında edimselliği, eksikliğin karşısında yetkinliği, parçalanmışlığın karşısında bütünlüğü temsil eden şey: varlığa temel özelliklerini kazandırarak onun özünü belirleyen, “madde”ye karşıt ilke. İlkçağ Yunan felsefesinde özellikle Platon ve Aristoteles’in merafizikte tinde kullandıkları “biçim” kavramı, ortaçağ felsefesinde de skolastikler aracılığıyla varlığın sürdürmüş, daha sonra Kant’ın eleştirel felsefesi eliyle (lırklı bir anlam kazanarak günümüz felsefesine dek ulaşmıştır.

Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Belit

Os: Mütearife
Alm: Axiom
Fr: Axiome
İng: Axism
Yun: Axioma
İt: Assioma

1- Başka bir önermeye geri götürülemeyen ve tanıtlanamayan, böyle bir geri götürme ve kanıtı da gerektirmeyip, kendiliğinden apaçık olan ve böyle olduğu için öteki önermelerin temeli ve ön dayanağı olan temel önerme.

2- (Daha genel olarak) Apaçık olsun ya da olmasın tündengelimli bir dizgenin başında yer alan, kendisi tanıtlanamayan, ama öteki önermelerin tanıtlanmasına yarayan önerme.(TDK)

***

Bir gerçeği tanımlamak için dayanılan tanıtlanması gerekmeyecek kadar açık ilke.

Descartes’çılar ve özellikle Spinoza bir geometri terimi olan beliti felsefeye uygulamışlardır. Örneğin; Descartes, felsefesini şu belite dayamaktadır: Düşünüyorum, demek ki varım... Bu konuda önemli olan şudur: Ne türlü bir belitten yola çıkılırsa o türlü bir sonuca varılır. Belitlere dayanan bir felsefe, belitlerin yanlışlığı meydana çıkınca, çöker. Örneğin; A’nın A’ya eşit olduğu özdeşlik beliti Hegel’in diyalektiğiyle yıkılınca bu belite dayanan bütün spekülatif felsefeler çöküvermiştir. Hegel, A’nın A’ya eşit olamayacağını, çünkü değişmekte bulunduğunu tanıtlamıştır. (O.H)

felsefeekibi.com

Bağı

Os: Sihir

Fr-Alm: Magie

İng: Magic

İt: Magia

Doğayı etkilemek amacıyla yapılan işlem. Pitagorascılığın ve Yeni Platonculuğun etkisiyle antikçağ Yunan felsefesinin çöküş yıllarında ve ortaçağın son evresinde özellikle ortaya çıkan ve geniş bir etki alanı sağlayan bağıcılık dogaya etki yapmak amacıyla kullanılan gizemci (mistik) işlemlerin tümünü kapsar. Bağıcılık XV.y.y Teosofi adı altında toplanmış olan simya, astroloji teürji gibi çeşitli esrarcılıkları kapsamıştır.

Bilim ve kültürün gelişmesiyle ispritizma ve manyetizma gibi çeşitli bağıcılık oyunları çağımızda halkı eğlendirmek için panayır yerlerine göç etmiş bulunmaktadır.

KAYNAK:Orhan HANÇERLİOĞLU

Apologia

İlkçağ Yunan felsefesinde bir kişinin kendisine yöneltilen suçlamalar karşısında kendisini savunmak için yaptığı yazılı ya da sözlü açıklama; kendini aklamak için dilegetirdiği savunusöz ya da savunuyazı: “savunca”. Sokrates’in “halkı kötü yola düşürmekten” (!) dolayı ölüme mahküm edilmesinin ardından dillendirdiği apalogia’sı felsefece düşünmenin söze dökülmüş en kayda değer “savunusöz”lerinden biridir.

Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Akış öğretisi

[İng. theory of flux ; Fr. théorie de flux; Alm. theorie der flusses]

Evrenin sürekli bir oluş, bir akış, bir değişim içinde olduğunu ve değişimin karşıtlıklardan, birbiriyle çatışan gerçekliklerden kaynaklandığını öne süren öğreti.

Akış öğretisi hiçbir şeyin aynı kalmadığını; her şeyin gelip geçici olduğunu; şeylerin sonsuz bir akış içerisinde birbiri ardı sıra belirip kaybolduklarını savunur.

Sokrates öncesi doğa felsefesi döneminin filozoflarından, “akış”ın filozofu diye adlandırılan Herakleitos’a atfedilen akış öğretisi, onun ünlü’ “Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz” savsözü ile anılar.

Arkhe olarak “ateşi (pyr) seçen Herakleitos, “ateş”le özdeşleştirdiği logos’u da Parmenides’in devinimsiz ve değişmeyen gerçekliğin kendisi olarak öne sürdüğü “Varlık”a karşı bir kavram olarak felsefesinin odağına yerleştirmiştir. Herakleitos’un “her şeyin bir akış içinde olduğu” düşüncesi bağlamında lagos, düzenli akışı sağlayan, çeşitliliği bir birlik içinde tutan “evrensel us”tur.

Karşıtlıklardan doğan gerilimin yarattığı “sürekli oluş”un evrensel bir dengede durmasını sağlayan ilke olan lagos evrende değişmeyen tek şeydir “evrensel denge” durumuna karşılık gelir. Herakleitos’a “ “değişim”in kendisinden doğan ve karşıtlıkların çatışmasıyla süregiden “evrensel süreç” sonsuzdur.

Öte yandan Herakleitos’a göre Parmenides gibi “herşeyin birliğe ilkesine derinden bağlıdır; ancak onun devingen bir denge durumuyla ifade ettiği “birlik” kavramı “çokluk”u, “değişim”i ve “karşıtlık lar”ı yadsımaz, tersine bunlar üzerine kuruludur.

Platon, Kratilos diyalogunda Herakleitosçu filozof Kratylos’la tartışırken görüngünün ,sürekli bir akış içinde olduğu öğretisinden etkilense de sürekli oluş içinde olan şeyin bilenemeyeceğini öne sürerek öğretinin anlaşılabilir gerçekliğin bir açıklaması olduğunu reddetmiştir.


Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Ana erdemler

İlkçağ Yunan felsefesinde, özellikle de Platon’un öğretisinde olmazsa olmaz olarak görülen erdemler: bilgelik (sophia), yiğitlik (andreia) , ölçülülük(sophrosyne) adalet (dikaiosyne).

Ana erdemlerin en ayrıntılı açıklamalarından biri Platon’un Devlet adlı yapıtında yer almaktadır. Devlet’te ideal devletin yöneticiler, askerler ve halk olmak üzere üç ayrı sınıftan oluşması gerektiğini öne süren Platon, ideal toplum yapısının genel bir betimlemesini verirken, belirli işlevlerin ya da ödevlerin toplumun ortak iyiliği için çalışan belirli sınıflar tarafından yerine getirilmesi gerektiğini ve bu sınıfların sorumluluklarının da ana erdemlerde temellendiğini belirtir. Dolayısıyla ana erdemler Platon’un bunları ideal devlet yapısında nasıl somutlaştırdığına bakılarak daha iyi anlaşılabilir.

Platon’a göre yöneticilerin kent devletin yönetimine ilişkin kararları almakla sorumlu olduklarından “bilgelik” erdemine, yani gerçekliği anlamak ve ona ilişkin yansız yargılarda bulunmak yeteneğine ya da erdemine sahip olmaları gere kir. Kent devleti iç ve dış düşmanlara karşı koruma görevini üstlendiklerinden askerlerin de “yiğitlik” erdemine, tehlikelere aldırmaksızın düzeni koruma kararlılığına gereksinimleri vardır. Kentdevletin geri kalan çoğunluğunun, halkın ise kendi özel çıkarları peşinde koşmak yerine liderlerini izlemeleri gerektiğinden “ölçülülük” erdemine sahip olmaları, kişisel arzularını daha yüksek amaçlar uğruna bırakabilmeleri gerekir. Adaletin kendisi herhangi bir sınıfın özel sorumluluğunda olmasa da “adalet” erdemi toplumun her bir bileşeninin diğerleriyle karşılıklı uyumlu ilişkisinden doğar. Platon, tüm sınıflar kendi yükümlülüklerini uygun bir şekilde yerine getirdiklerinde ve diğer sınıfların işlevlerini ele geçirmeye çalışmadıklarında kentdevletin gerçek adalet olan “uyum”u (harmonia) göstererek bir bütün olarak düzgün işleyeceğini savunur, Ortaçağ felsefesinde ana erdemlere üç tanrıbilimsel erdem; “inan”, “umut” ve “yardımseverlik” eklenmiştir.


Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Analitik / Sentetik (ayrımı)

Önermelerin doğrulukla’ rının gösterilmesi için kanıta gereksinim duyup duymadıklarına yönelik yapılan ayrımda kullanılan kavram ikilisi.

Günümüz felsefe anlayışlarında “analitik” kavramı genellikle, doğrulukları ancak biçimleri aracılığıyla ya da kendilerini oluşturan terimlerin anlamları aracılığıyla bilinebilen önermelere uygulanır.Özne yüklem ikilisinden oluşan bir yargıda ya da önermede özne yüklemi “içeriyorsa” bu yargı ya da önerme analitik sayılır.

Sentetik yargılarda ise yüklem, özne için de tanımlanmadan, mantık kurallarıyla uyumu yitirmeden, özneyle ilişkiye girerek anlam kazanır.

Örneğin, “Tüm cisimler yer kaplar.” önermesi analitik iken “Bazı cisimler ağırdır” önermesi sentetiktir. Analitik/sentetik ayrımını bugünkü oturmuş anlamıyla ilk kez dillendiren Kant’ın konuyu bu biçimde ortaya sermesindeki temel amaç, analitik yargıların yüklemlerinin daha baştan özneyle düşünülmüş olduğunu göstermek istemesinde yatmaktadır.

Analitik ile sentetik önermeler arasındaki ayrımın nasıl yapılacağının gösterilmesi, Kant’ın Wolffçu felsefe okuluna yönelttiği eleştiriyle olgunlaşarak onun kuramsal çalışmalarında merkezi bir yer tutar. Kant’a göre Wolffçu felsefeciler, tüm önermeleri sanki analitikmiş gibi ele alırlar. Oysa analitik önermeler, önerme türlerinden yalnızca bir tanesidir. Yüklemin öznede yinelendiği analitik önermeler, anlamı genişletmeden yalnızca açıklayıcı bir nitelikte bulunurlarken, sentetik önermeler her zaman yeni bir şeyler iletirler.
Kant’ın analitik/sentetik ayrımı, önermelerin içeriği ya da kapsamı üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu bakımdan, sentetik önermelerin kaynakları konusunda XlX. yüzyıl boyunca çeşitli anlayışlar ortaya çıkmıştır. Ancak Frege Aritmetiğin Temelleri (1884) adlı yapıtında sorunu içerik bakımından değil de “önermelerin gerekçelendirilmesi” bakımından ele alarak köklü bir değişikliğe yol açmıştır. Bu gelişme, Kant’ın aşkınsal mantık anlayışının yadsınması sonucunu doğurmuştur. Ne var ki, Kant’m analitik/sentetik ayrımının, onun eleştirel felsefesinin bir varsayımı olmaktan çok, Wolffçu okula getirdiği eleştirinin bir uzantısı olarak görülmesi gerektiğini anımsamak bizi Kant’ın “gerçek” felsefesi üzerine daha anlamlı düşüncelere yöneltecektir.
Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

anarşi

[İng. anarchy, Fr. anarchie, Alm. anarchisme]

Yunanca’da “yönetimi olmayan”, “yönetimsiz” anlamına gelen ana kaos sözcüğünden türetilmiş terim. Yaygın olarak iktidar ya da erk tanımazlık olarak bilinen, kimileyin bilinçli olarak olumsuz anlamlar yüklenen “anarşi” terimi, gerçekte geniş anlamıyla düzenin sürdürülmesi için yönetimin ya da yönetici bir iktidarın, bir “baş”ın gereksiz olduğunu vurgular.

Bu bakımdan “anarşi” olumsuz bir yaklaşımdan çok olumlu bir toplumsal talebe karşılık gelmektedir. Başka türlü söylendikte, topyekün bir karmaşa durumundan çok herhangi bir kişi ya da kurumun ötekiler üzerinde tahakkümünün ortadan kalktığı, iktidar ilişkilerinin dışlandığı ya da ötelendiği bir toplumsal düzene karşılık gelmektedir. Yine de kimi anarşist düşünürlerin sözü edilen bu duruma geçiş dönemini ya da yöntemini şiddet kullanmaya dayandırdıklarını da unutmamak gerekir. Ancak bu anarşi döneminin bir özelliği değil, bu döneme geçişin bir yöntemi olarak algılanmalıdır.

Kendini anarşist olarak tanımlayan ilk düşünür olan Pierre-Joseph Proudhon (1809-1865), anarşiyi bir efendi ya da bir hükümdarın olmadığı geleceğin toplumsal düzeni olarak tanımlamaktadır. Bu tanımda Proudhon, iktidar ve yetkeyi toplumsal düzenin sağlayıcısı ya da koruyucusu olmaktan çok düşmanı olarak reddeder ve anarşi yanlılarına yöneltilen toplum ve düzen karşıtı olma suçlamalarını gerisin geriye anarşi karşılanma yönlendirir. Bu yolla, karalanan ve hor görülen terimi arındırıp hak ettiği yere yerleştirmeyi amaçlar.

Tarihsel olarak anarşi ve anarşizm çeşitli yanlış anlamaların esiri olmuştur. 0nu daha çok yoksayıcılık ve yıkıcılıkla özdeş görme eğilimi anarşizm tartışmalarının çerçevesini oluşturagelmiştir. Oysa ki bütün yeniden yapılandırma tasarılarına yaptıkları keskin eleştirilere karşın, anarşistlerde yıkıcılık kurucu tek öğe olarak görülmemiş, her zaman yeni bir düzenin kurulması ya da kurulacağı öngörülmüştür. Anarşiye giden yolda anarşistlerin her zaman şiddet eğilimleri olmuştur; ancak, anarşist öğretinin temel dayanağı şiddet eğilimi değil yeni, iktidarsız ve ahlaklı özyönetime dayanan bir toplumsal düzen önlemi olmuştur ve olacaktır da.



Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Anima

Hem insanlarda hem de hayvanlarda yaşam kaynağı olarak bulunan “ruh” için kullanılan Latince terim. Yine Latince olan anima mundi ise “dünya ruhu”na karşılık gelir.


Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Anlama

İnsanın gerçekliğin özünü ya da doğasını kavrama yeteneği; zihnin (“anlama yetisi”) diye de adlandırılan yeteneği; yorumu da içeren zihinsel etkinlik; insan bilimlerine uygun olmasına karşın doğa bilimlerinin kendine özgü yöntemiyle —varsayımların deneyler aracılığıyla sınanmasıyla— çelişen bilgiye ulaşma yöntemi.

Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Ayrışık (heterojen)

Eski Yunanca’da “başka” ya da “ayrı” anlamına gelen heteros ile “cins”, “tür” ya da “soy” anlamındaki genos’tan türetilmiş terim: heterogenes (ayrıtürden). Kendisini oluşturan her bir öğesi ya da parçası aynı özelliği taşımayan, ayrı ayrı özellikler sergileyen “bütün”ü nitelemek için kullanılan “ayrışık” terimi bağdaşık, bir türden ya da türdeş olana karşıt biçimde farklı tür ve cinsten olan, tek yapılı değil de çok yapılı olan, birbirine benzemeyen nitelikleri bulunan iki ya da daha fazla şeyin birleşimini; bütün halinde tek bir örnek yapısı olmadığı için onu oluşturan birbirine benzemeyen parçalarıyla birlikte düşünüleni anlatır.

Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Apaçıklık

Bir şeyin zihinde en ufak bir kuşkuya dahi yol açmaksızın doğrudan ve açık bir biçimde görünmesi; bir düşüncenin, bir doğrunun zihinde açık ve seçik bir biçimde kendini göstermesi.

Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Ahlâk öğretisi

Ahlâk'ın kaynağını, doğasını ve özünü; ahlaklı bir yaşamın koşullarını, ilkelerini ve kuramlarını; ahlak eylemlerinin biçimlerini, önkoşullarını, amaçları ile sonuçlarını açıklığa kavuşturmak amacıyla ortaya atılmış ahlak felsefesi açıklaması. Bu bağlamda tarih boyunca geliştirilmiş ahlak öğretilerinde, doğru ve mutlu bir yaşam yolunda uyulması gereken ahlak ilkeleri ile kurallarının belirlendiği, bunlara uyulduğunda kazanılanların, uyulmadığındaysa kaybedilenlerin ortaya serildiği gözlenmektedir.


Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Aponia

İlkçağ Yunan felsefesinde ruhun kargaşadan uzak durmasına ataraksia adı verilirken, “bedenin acıdan sakınması” ya da “acının bedene uğramayışı” durumuna aponia denirdi. Yine, denildiğine göre, eğer kişi bu iki huzur verici ortamı birarada yaşayabilirse, hem ruhen hem de bedenen zahmetsiz (aponos) bir şekilde hazza ulaşacaktır.

Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Aporia (Yun)

İnsanın anlamakta ya da açıklamakta güçlük çektiği bir sorunda çözüme ulaşmanın olanaksızlığı “çözümlenemezlik”; ‘çıkış yolunun yokluğu”; ‘çıkmaz”. Eski Yunanca’da olumsuzluk bildiren a- önekiyle “çıkış”, “yol”, “köprü” “geçit” anlamına gelen poros’tan türetilmiş bu sözcük, ilkçağ Yunan felsefesinde bir sorunun çözümünde karşılaşılan içinden çıkılamaz mantıksal güçlü anlamında kullanılmıştır. Nicolai Hartmann ise çok sonraları terimi “gidilecek yolun olmayışı” anlamında weglosigkeit sözcüğüyle karşılayarak Alman felsefesinde dolaşıma sokmuştur.

Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Aranedencilik

aranedencilik [İng. occasianalism, Fr. occasionalisme; Alm. okkasionalismus, es. t. İttifakiyye, vesilecilik]

Evrende gerçekleşen tüm olayların, bütün olan bitenin gerisinde yatan “gerçek neden”in Tanrı olduğu kabulünden ya da öğretisinden yola koyularak, zihin ile bedenin birbirini nedensel olarak etkilemediğini, ikisi arasındaki nedensel gibi görünen ilişkinin gerçekte Tanrı tarafından kurulduğunu savunan görüş.

Arkhe

Sözcük olarak “başlangıç”; “ilk olan”; “ilk ilke”; “köken”; “ilk neden”; “yönetici ilke” türünden birçok anlamı olan; ilkçağ Yunan felsefesinde ise daha çok “tüm şeylerin varlık kaynağı; her şeyin kendisinden çaktığı, değişmeyi yaratıp da kendisi değişmeyen ilk töz ya da ilke” anlamında kullanılan terim. Her ne kadar arkhe tasarımını felsefenin ilk tohumlarını atan Thales’e borçlu olsak da bu anlamıyla arkhe ilk kez Sokrates öncesi felsefede doğa filozofları içerisinde yer alan Anaksimandros tarafından kullanılmıştır. Kendisinden sonra gelen ilkçağ Yunan düşünürleri de onu izlemiştir. Aristoteles, Sokrates öncesi felsefenin arkhe arayışını bir tür maddesel neden arayışı diye tanımlamıştır (Metafizik, 983-985b). Anaksimandros’un dışındaki Iyonyalı fılozoflar (Thales, Anaksimenes vd.) arkhe diye su, hava, ateş, toprak gibi elle tutulur ya da gözle görülür doğal tözlere yönelmişlerdir.

Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Aşkınsal ben

Varoluşu dünyaya ilişkin bilgimiz için zorunlu bir varsayım olarak görülen ben ya da zihin. Aşkınsal ben’in, gerçekte varolan bireylerin zihniyle özdeş olmasa da ona içsel olduğu düşünülmektedir. Kant aşkınsal ben (transzendentales) tasarımını dünyaya ilişkin bilgimizin tutarlılığını açıklamak için kullanır. Kant’a göre aşkınsal ben, duyumları anlamanın kategorileriyle birleştirir. Fichte’ye göreyse bütün felsefe ve gerçeklik aşkınsal ben’le, ilk deneyim üzerine belli belirsiz süren bir düşünümde ancak keşfedilebilen ve kolay ele geçirilemese de ulaşıldığında epey etkin olan bu Kantçı ben’ le, bilinçli ben’le birlikte başlar. Kendi alanını yalnızca mantık kategorileri ve bunların gerekli kıldığı düzenleyici ilkelerle sınırlayan bu bilinçli varlık, her şeyi anlamak için kendisini sonsuzca genişletir. Aşkınsal ben kavramının Husserl’in çalışmalarında da ayrı bir yeri bulunmaktadır. Aşkınsal ben (transzendentales Selbst) ya da salt bilinç tekil zihinlerden farklı bir zihindir varolmak bu bilincin nesnesi olmaktır. Husserl’e göre, varolan her şeyin ancak ona göre bir nesne olduğu salt bilinç, bütün anlamın temeli ve yapısıdır. Giovanni Gentile’ye göreyse aşkınsal ben, kişi düşüncesini dil aracılığıyla ifade ettiğinde bilince gelen, varlığı salt eylem olan ben’dir.

Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Apeiron

Eski Yunanca’da olumsuzluk bildiren a- önekiyle “sonlu”, “sınır(lı)” anlamındaki peras’tan türetilmiş sözcük. ilkçağ Yunan felsefesinde evrenin sonsuzluğunu, sınırsızlığını savunan Anaksimandros’un tüm şeylerin kaynağı, arkhe’si, diye betimleyerek felsefeye soktuğu terim. Anaksimandros’un bu terimle uzamsal sınırsızlığı mı, zamansal sınırsızlığı mı, yoksa niteliksel belirsizliği mi kastettiği çok açık olmasa da göründüğü kadarıyla o, ilk anlamı temel alarak diğer ikisini bunun üzerine kurmaya çalışmıştır. Bu bağlamda apeiron nicelik bakımından sınırsız, nitelik bakımından da belirsiz anlamına gelir. Aristoteles sözcüğün çeşitli anlamlarını ve Anaksimandros’un sözcüğe yüklediği anlamı uzun uzadıya tartışmıştır (Etik, 202b-208a). Anaksimandros’tan sonra sonsuzluk, sınırsızlık düşüncesine felsefelerinde önemli bir yerveren Anaksimenes, Ksenophanes,Melissos ve Atomcu kanadı oluşturan Leukippos ile Demokritos gibi filozoflar da arkhe’leri bağlamında terimi kullanmışlardır.

Anlak

Os: Zeka, Fr; Intelligence, Al; Intellect , İng; Intelligence, Lat;Intelliginitia

Etimoloji: Türkçede ‘’anlamak’’ fiilinin kökü ‘’an’’ dan türetilen anlak, Avrupa dillerinde devşirmek ve seçmek anlamlarını veren Yunan-Latin ‘leg’ kökünden türetilmiştir.(O.H)

Kavrayış; anlayış; kavrama ve yargılama yetisi. Buna göre; 1.Karışık şeyleri, olayları çabuk kavrama ve kolaylıkla onlara uyma yeteneği. 2.Bilmeye yönelen yeti ve yeteneklerin toplamı. a. (Duyuma karşıt olarak) Anlıkla eş anlamlı , kavramsal bilgi yetisi. b. (İçgüdüye karşıt olarak) Ereğe erişmek için araçlardan düşünerek , bilerek yararlanma c. Olayları ya da başkalarının düşüncelerini kolaylıkla kavrama yetisi. 3. Olanakları yakalama , kavrama, yeni ödevlere ve yeni durumlara kendini uydurma ve onlarda kolaylıkla yolunu bulma yeteneği ve becerisi. 4.Bağlantıları kavrama, görüşler edinme yetisi; tinsel kavrama gücü, tinsel uyanıklık; çabuk düşünme ve yargılama yetisi. (TDK)

Anlak; us(=akıl), an (zihin), anlık(=zeka), bellek, bilinç, düşünme yetilerinin uyumlu ve çok iyi işlemeleriyle gerçekleşir.

Bilme yetisi,usa vurma, yargılama, anlama erki (A.P.)



anlak (zekâ)

En genel anlamıyla pratik ve kurumsal sorunlar üzerine esnek ve etkin biçimde düşünme, bunları kavrayıp yargılama yetisi. İnsanın bu yetisinin verimliliği sorundan soruna, konudan konuya değiştiğinden, anlak kendisini, gerçek anlamıyla, ulaştığımız mantıksal, kuramsal, pratik, matematiksel ve dilsel sonuçlarda ortaya koyabilir. Kant’a göre anlak bir duyu yetisi değil, yalnızca verili duyuları bir deneyde ilişkilendirme yetisidir. Kant’ın bu yorumuna göre anlak kategoriler aracılığıyla duyurulan dizgeleştiren ve düzenleyen yetidir. Kant’tan sonraki felsefeciler de anlağı —genelde Kant’ın yorumundan hareket ederek— kavrama, genelleştirme, birleştirme, eleştirme, soyutlama, çözümleme, kavram oluşturma, yargılama ve sonuç çıkarma gibi bilmeye yönelik bütün zihinsel işlevleri gerçekleştiren yeti diye tanımlanmıştır.
Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Aion

İlkçağ Yunan felsefesinde özellikle Parmenides’ten itibaren “ebediyet” ya da “bengilik’ anlamında kullanılan terim. Terimin en eski ve felsefe dışı kullanımında ise alan “yaşam süresi” ya da “ömür” anlamam taşır. Aristoteles’in bildirdiğine göre, alan eskilerce “ölümsüz, tanrısal olan”ı nitelemek için tanrıya ilişkin olarak da kullanılmıştır .

Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Akıl İdeası

Akıl kavramı genellikle kendini açıklayan bir kavram olarak gözükür . Akılla ilgilendiğimizde , kavram için başka bir tanımlamanın gerekmediğini düşünmeye eğilimliyizdir. Sıradan anlayışımızca konulan akıl kavramı, öznenin kendini korumasıyla ilgilidir çünkü (Horkheimer , 1992: 1-2). Sınıflama, çıkarım ve dedüksiyon gibi Locke tarafından özetlenilen aklın genel işlevleri bu anlayışı hazırlar: Ancak aklın işlevsel boyutları; akıl kavramı için yeterli olmayabilir. Felsefi olarak akılda; aklı aşan bir şey ararız ki bununla onu tekrar tanımlayabilelim. Akıl ideası, kendisini işlevsel tanımıyla sınırlamayacağı gibi aklın metafizik tarihiyle de yetinemez.

Ne değişmez, ebedî bir öz ne de indirgenebilen bir sosyo-tarihsel karakter, akıl üzerinde bir tekel iddiasında bulunabilir. Aklın tarihi, aklın muhtevasız olarak kendi öz kavramına indirgendiği tarihteki kısmi ya da seyrek görünümlerine götürülerek tüketilemez. Ancak her şeye rağmen özellikle Batı düşüncesinde olmak üzere, akılla insanın aklı kullanışı arasında güçlü bir damar vardır: insanlar homo rationalis olarak karanlığı aydınlatma yetisine sahiptir. Bu motif, en bire bir biçimde Homer 'in Odysseus'u tarafından temsil edilir.' Odysseus 'un hikayesi insanın kadere ve belirlenmiş tarihsel varlığına karşı verdiği sürekli mücadelenin hikâyesidir.Odysseus Truva'dan Ithaka'ya göçe zorlandığında , kader olarak Tanrı'nın gücüyle karşılaşmak, dahası göç boyunca istemin iğvasına(baştan çıkarmasına, yolunu şaşırtmasına) direnmek için içsel doğasını bastırmak zorunda kalır. Doğayı ve kaderi akılla algılar, doğaya ve kadere akılla hükmeder.

Ehliyet etiği insan türünün tarihinin anahtarıdır. İnsan, türünün kendisini nesnel bir zeminde eğittiğini düşündüğü farklı yetilerin sahipliği iddiasında bulunarak ehliyet kazanır ve akıl şüphesiz bunların en önde gelenidir. Bu ifadenin getirdiği , insanların kendilerini oluşturma sürecinde aklın eğitici bir araç olarak görülebileceğidir. Akıl onda hesap edilen ve biriktirilenin yardımıyla insanı yetiştirir. Buna göre insan türünün genel terbiyecisi olarak akıl kavramına varıyoruz.

Ahmet Çiğdem- Bir İmkan Olarak Modernite

Aidios

İlkçağ Yunan felsefesinde “sonsuz”; “ölümsüz”; “ebedi”; “zaman içinde sürekli” olma durumu.

Eski Yunanca’da “zaman içinde sonsuza dek varolma” anlamına gelen aidios ile “öncesiz ve sonrasız olma” anlamındaki aionios arasında terimbilgisi bakmından fark olmasına karşın, filozoflar bu ayrımı her zaman gözetmemişlerdir. Günümüzde de öncesizlik sonrasızlık bildiren İngilizce “eternal” sözcüğü , her iki Yunanca terimi karşılamak için de kullanılmaktadır. Kökenine inildiğinde bu iki terim arasındaki en belirgin fark, aionios’un zamanın düzeninden (khronos) tamamıyla bağımsız olmasıdır.

Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

a priori/ a posteriori

a priori/ a posteriori (Lat) [ posteriori; önsel/sonsal; es. t. kablî/bâdî]

Bilginin temeline, kökenine ya da kaynağına ilişkin temel ayrım; Kant’tan bu yana bilgi öğretisinde ana kavram ikilisi.

Doğruluğu deneyimlerimize, gözlemlerimize dayanmayan savlara, önermelere, düşüncelere, yargılara a priori denir. Latince’den gelen sözcük “önceden gelen” demektir.J. S. Mil ve W Quine gibi birkaç düşünür dışında, felsefe tarihinde pek çok kimse mantığın ve matematiğin doğrularının apriori niteliğe sahip olduğunu ileri sürmüştür,

Öte yandan doğruluğu, apriori yargıların tersine, deneyimden, gözlemlerden çıkan önermeler, düşünceler, yargılar ise a posteriori olarak adlandırılır. Bu terim de Latince kökenlidir; “sonradan gelen” demektir. Usçular ile Saul Kripke ve Noam Chomsky gibi kimi günümüz düşünürleri dışında, genellikle, deneyden türetilen tüm bilgilerin a posteriori olduğu kabul edilir.

Aristoteles “apriori” terimini her şeyden önce gelen şeyleri betimlemek için kullanırdı. Aristoteles, önce gelenin bilgisine. belli bir nedensellik ilişkisinin bilgisiyle erişebileceğimizi avundu. Ona göre, şeyler arasındaki nedensel ilişkiyi tasımlar mantığıyla oluşturup açıklamak olanaklıydı.

Descartes ise “apriori” terimini genel olarak bilginin temellerini araştırırken kullandı. Ona göre, kendi varlığımızın bilgisi aprioridir; çünkü hem bu durumun yadsınması çelişkiye yol açar hem de varlığımızın doğasını enine boyuna düşünmek için deneyimlerimize gereksinim duymaya.

Günümüzdeki kullanımlarına önemli ölçüde damgasını vuran Kant’tan önce apriori/aposteriori terimleri, mantıksal tanıtlamalarda izlenen yollan birbirinden ayırmak için kullanılırdı. Usavurma “nedenlerden sonuca” doğru yapılırsa, tanıslama apriori; tanıtlama “sonuçtan nedenlere” doğru yapılırsa aposteriori sayı link. Bu durum XVIII. yüzyıl ortalarına kadar, özellikle Wolff ile Baumgarten tarafından sürdürüldü. Hume’un eleştirdiği bu yorumu, Kant büyük oranda geliştirerek apriori/aposteriori kavramlarını bilgi oluşturucu öğeler olarak yeniden tanımladı.

Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Açmaz

açmaz [İng. paradox, Fr. paradoxe, Alm. Paradox]

Görünüşte doğru varsayımlara ya da öncüllere dayansa da bir çelişkiye yol açan akılyürütme. Açmaz genelde tümü de doğru olarak kabul edilen bir dizi önermeden, geçerli bir tümdengelimli uslamlamayla benimsenen diğer düşüncelerle kesin biçimde çelişen ya da uyuşmayan bir sonuca ulaşıldığında doğar. Böyle bir sonuç, kişinin kemikleşmiş düşüncelerinden hangisini reddetmesi gerektiği pek açık olmadığından ötürü rahatsız edicidir. Açmazlar bir akılyürütme ilkesinin ya da bu ilkeye dayanan varsayımların hatalı olduğunu ortaya çıkarırlar. Yanlış ilkeler ya da bunların yaslandığı varsayımlar açık bir biçimde tanımlandıklarında ya da çürütüldüklerin de açmazların çözüldükleri söylenir.

Felsefe tarihi boyunca iki tür açmaz ön plana çıkmıştır: anlambilgisel açmazlar ile mantıksal açmazlar. Anlambilgisel açmazlar ile mantıksal açmazlar anlambilgisinin ve mantığın (ya da kümeler kuramının) temel kavramlarının anlaşılmasın daha ciddi sorunları gözler önüne sererler. Yalnızca mantık ve matematik terimlerine dayanan açmazlar (örneğin Russell açmazı) mantıksal açmazlar, anlam ve ad gibi kavramlara dayanan açmazlar da (örneğin yalancı açmazı) anlambilgisel açmazlar diye adlandırılır.Diğer açmazlar ise çoğunluk görünüşte birbirinden ayrılmaz olan düşüncelerin tutarsız olduklarını (örneğin Zenon açmazları), görünüşte olası olan durumların aslında olanaksız olduklarını tanıtlarlar.

Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Ad tanımı

ad tanımı [ nominal definition; Fr. définition nominal ; Alm. nominaldefinition]

Bir nesnenin, onun özüne ya da altında yatan yapıya ulaşmaya çalışmadan yalnızca onu diğerlerinden ayırmaya yetecek niteliklerini sayarak yapılan tanımı. Bu bağlamda ad tanımı varlıkbilgisel olmaktan çok bilgikuramsal bir tanımdır. Nesnenin özüne yönelmeyip dışsal niteliklerine baktığından nesnenin gerçek tanımı olmadığı da söylenir. Ad tanımı gerçek anlamda nesneye yönelmediğinden yalnızca nesnenin adını koyar ve dilsel anlamını verir, bu nedenle de dilin içinde kalan bir tanım olarak nitelenebilir.

Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Ahlâk İlkesi

Ahlâksal olanı belirleyen, ahlaksal olanı ahlaksal olmayandan ayıran ana ilke. “Her durumda doğruyu söylemek iyidir”, “Alçakgönüllülük en yüksek insan erdemidir”, “Yardımsever olunması gerekir” gibi tek tek eylemlerin ya da davranışların değerlerinin dayandırdığı, insana yapılması gerekenle yapılmaması gerekeni gösteren, insana insan olmaktan gelen ödevlerini, sorumluluklarını ve yükümlülüklerini anımsatan kural. Felsefe tarihinde kimileyin açık seçik- bir biçimde, kimileyinse üstü örtük bir biçim de tek tek eylemlerin kendisine dayandırıldığı, eylemlerin değerlerinin kendileri aracılığıyla açıklandığı, belli ahlak ilkeleri üzerinden gidilerek kurulmuş ahlak felsefeleri bulunmaktadır. Sözgelimi bencilik’te “ben”, istenççilik’te “istenç”, hazcılık’ta “haz”,yararcılık’ta “yarar” gibi. Öte yanda Kant’ın ahlâk felsefesinde ahlak ilkesi, ahlak yasası karşısındaki ödev bilinci olarak tanımlanmaktadır.


Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Ahlak

Os: Nazari Ahlak Alm: Moral, Fr: Morale, İng: Morals

Belli bir toplumun belli bir döneminde bireysel ve toplumsal davranış kurallarını saptayan ve inceleyen bilim...

Bir insanın yaradılışı gereği gerçekleştirdiği davranış'ı dile getiren Arapça hulk sözcüğünün çoğulu olan ahlak terimi, huy, seciye, mizaç anlamlarını çoğul olarak kapsar.

Dilimizde kişisel ahlak olarak aktöre, toplumsal ahlak olarak töre ve bilim olarak törebilim terimleriyle karşılanmıştır. Bu bakımdan bilim ve felsefe olarak törebilim terimi Fransızca’daki éthique ve morale terimlerinin her ikisini de karşılar.

Ethique karşılığı olarak kuramsal törebilim (Os. Nazari Ahlak, Fr. Morale théorique), morale karşılığı olarak kılgın törebilim (Os. Ameli ahlak, Fr. Morale pratique) deyimleri de kullanılmıştır. Morale karşılığı olarak ahlak ve éthique karşılığı olarak ahlak felsefesi ya da Türkçe yazımıyla etik diyenler de vardır. Eski düşünürler bütün bu anlamlarda Yunanca ethik deyimini kullanırlardı. Yunaca éthé deyimi, töre (Os. Örf ve adetler, Fr. Les moeurs) anlamını dile getiriyordu. Daha sonra felsefesel-bilimsel ahlak anlamında éthique ve kılgın-toplumsal ahlak anlamında morale deyimleri kullanılmaya başlandığı gibi Lévy-Bruhl tarafından science des moeurs (Os. Örf ve adat ilmi) ortaya atıldı. Törebilim'den ayırmak için törebilim olarak karşılayabileceğimiz bu yeni bilim, bizzat Lévy-Bruhl'ün de söylediği gibi, ahlakı da kapsamaktadır. Gerçekte Arapça ahlak deyimi, tümüyle, moeurs deyiminin karşılığıdır ve bir toplumda gelenek, görenek, aktöre ve alışkılarca belirlenmiş toplumsal kuralları dile getirir. (O.H )


1.a) Belli bir dönemde belli insan topluluklarınca benimsenmiş olan, bireylerin birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen törel davranış kurallarının, yasalarının, ilkelerinin toplamı.

1.b) Çeşitli toplumlarda ve çağlarda kapsamı ve içeriği değişen ahlaksal değerler alanı.

2) Bir kişi ya da bir insan öbeğince benimsenen eyleme kurallarının toplamı.

3) Ahlaksal olan şeylerle bağlantısı olan görüşler dizgesi(tek kişinin, bir ulusun, bir toplumun, bir çağın)

4)Felsefenin bir dalı olarak,

a. Ahlak üzerine kavramsal öğretiler

b. İnsanların kişisel ve toplumsal yaşamdaki ahlaksal eylemlerine ilişkin sorunları inceleyen felsefe öğretileri.

TDK Felsefe Terimleri Sözlüğü

Alırlık

Os: Kabiliyeti ahz, Kabiliyeti idrak

Fr: Receptivita

Al: Receptivitact

İng: Receptivity

İt: Receptivita

Etkilenme yeteneği. Ruhbilim terimi olarak etkilenmeye elverişliliği dile getirir. Örneğin kimi insanlar telkine ya da hipnotizmaya elverişlidirler. Bu gibilerin alırlığı güçlüdür. Felsefe terimi olarak bilgide edilgenliği dile getirir.Dış uyarımları alabilme yeteneğini adlandırır.Alırlık bir duyarlılıktır.Alman düşünürü Immanuel Kant alırlığı kendiliğinden algıya karşıt saymıştır. Kant’a göre alırlık kendiliğinden algıya karşıt olarak tasarımlar edinme yeteneğidir ki bilme onun aracılığıyla gerçekleşir.Bakan işiten dokunan algılar ama alırlığı olan bakmak işitmek dokunmakla başkalarının algılayamadıklarını da algılar.

KAYNAK:Orhan HANÇERLİOĞLU

Açık

Os: Vazıh, Sarih, Celi

Fr: Clair

Al: Klar

İng: Clear

İt: Chiaro

Başkalarıyla karşılaştırılmaksızın tanınan düşünce.

MANTIK: Karanlık ve bulanık karşıtı olarak kullanılan açık terimi, başkaca hiçbir düşünceyle karşılaştırılmadan kolaylıkla ve hemen tanınan düşünceyi tanımlar.
BİLGİ KURAMI: Açık terimini felsefe diline sokan Fransız düşünürü Descartes’dir. Descartes bu terimi seçik terimiyle birlikte apaçık anlamında kullanmaktadır.
“ Principes de la Philosophie” adlı yapıtında bu terimlerden ne anladığını şöyle belirtiyor:
“Açık bilgiden, dikkatli bir zihne görünen ve belli olan bilgiyi anlıyorum. Seçik bilgiden, başka bilgilerden ayrılmış bir bilgiyi anlıyorum. Öyle ki bu bilgide, açıkça görünenden başka hiçbir şey bulunmaz.

KAYNAK:Orhan HANÇERLİOĞLU

Aşkın

Alm. Transzendent, Fr. transcendant ,İng. Transcendent, Lat. Transcendens, es. t. müteal

1- Bir düzeyin ötesine yükselen, verilmiş bir sınırı aşan.

2- Üstün olan; insanlık düzeyinin üstüne çıkan (Tanrı).

3- Göz önüne alınan alanın dışına çıkan; özellikle bilinci aşan, bilincin dışına çıkan.

4- (Kant'ta) Olabilecek her türlü deneyin sınırını aşan, insan bilincini aşan

5-Doğayı,gerçekliği aşan:doğaüstü,duyuüstü.

TDK Felsefe Sözlüğü


Aşkın (lık)

En genel anlamda bir şeyin ya da bir düzeyin ötesine geçme ya da ötesinde olma; bir şeye “içkin” olmama.

Yerleşik felsefe dilinde, en azından Kant’dan bu yana, duyu deneyimlerinin konusu ya da nesnesi olan dünyanın dışında kalan; olanaklı her türden deney ile bilginin sınırlarının ötesine taşan: “insan bilincini aşan.” Aşkın terimi genellikle olası bir deneyimin sınırlarının ötesinde olma anlamında kullanılır. Buna göre bir konu ya da sorun, çözümü bütünüyle matematik ya da mantığa ait değilse ya da hem duyu deneyiminin hem de duyu deneyimine yanıt verebilen bir kuramın uygun kullanım alanının ötesinde ise karşı “aşkın” sözcüğü gerek gündelik dilde gerekse felsefede sayısız bağlamda kullanılır, Örneğin ortaçağ felsefesinde Tanrı’nın dünyayı yarattığında kendisini aştığı söylenir. Tanrıcılar ya da daha doğru bir deyişle tanrıtanırcılarsa aşkın terimini Tanrı’nın yaratılmış dünyadan bağımsız ve onun ötesindeki varoluş kipini betimlemek için kullanırlar.

Kant Salt Aklın Eleştirisi’ nde aşkın ile “transendental”i (“aşkınsal”) birbirinden kesin bir biçimde ayırmaya ayrı bir özen gösterir. Transendental, bilginin zorunlu koşullarıyla ilgilidir; transendental bilgi de olanaklı bilginin sınırlarını aşmayıp sorup soruşturan bilgidir.

Bizi yanlış bir biçimde herhangi bir olası deneyimin ötesine taşıdıkları savlanan ilkeler ise “aşkın”dır. Kant’a göre aşkın şeyin bilgisi diye bir şey söz konusu olamaz. XIX. yüzyıl olgucuları, Kant’la çeşitli nedenlerden dolayı anlaşamasalar da bu konu da onunla hemfikirdirler. Olgucuların bu konudaki görüşleri en iyi anlamını Alman fizyolog Emil Heinrich Du Bois Reymond’un (1818-1896) “ignoramus: ignorabimus’ (“Bilmiyoruz; bilmeyeceğiz”:gerçekliğin nihai doğası hakkında daima cahil kalacağız) savsözünde bulur: bilim görüngüyü yalnızca betimleyebilir, gerçek anlamda açıklayamaz. Spencer’ın “bilinemezlik kuramı” da bu konudaki bir başka örnektir. Bu bağlamdaki bilinemezcilik bilmenin algısal yollarından başka yollarına sahip olduğumuzu ve deneyimin ötesinde kalan şeyin bilinemez olması gerekmediğini savunan felsefeciler tarafından reddedilir.
Maddeciler ise deneyim dünyasının ötesinde “aşkın” bir şeyin olup olmadığı sorusuna XVIII. yüzyıldan beri olumsuz yanıt vermektedirler. Bu soruya diğer bir olumsuz yanıt da XX. yüzyılda felsefeye dilsel bir yönelim veren felsefeciler tarafından verilmektedir. Bu felsefecilerin uslamlaması genelde şöyledir: Dilde kullandığımız ifadelerin anlamlı olabilmeleri için belirli koşulları yerine getirmeleri gerekir.

Bu koşullar, örneğin Tanrı gibi, duyu deneyimini aşan bazı şeylerin varolduğunu savlayarak yerine getirilemez. Aşkın oldukları söylenen şeyler deneylerle sınanamadıklarından anlamsızdırlar (yalnızca anlamı duyu deneyimine indirgenebilen ifadeler anlamlıdırlar dolayısıyla bunların doğru ya da yanlış oldukları da söylenemez. Bu yaklaşımın en bilinen örneği Carnap, Schlick, Ayer gibi felsefecilerin öncülüğünü yaptığı mantıkçı olguculuktur. Aşkınlık bağlamında mantıkçı olguculuğun karşıtı olan görüş ise bilimsel araştırmaya açık maddi, elle tutulur bir dünya olan doğanın, yani deneyim dünyasının kendi bütünlüğü içinde kendi kendini açıklayamadığı için aşkın olması gereken bir bağımlılık ilişkisi içinde olduğunu varsaymamız gerektiğini ileri sürer.


Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Anlıkçılık

Os. Zihniyye, Akliye mezhebi, Fikriye mezhebi; Fr. Intellectualisme, Al. Intellectualismus, İng. Intellectualism, İt. Intellettualismo

Bütün varlıkları anlıksal temele indirgeyen öğretilerin genel adı... İradecilik karşıtı ve özellikle bilgi bilimde usculuk’la anlamdaş olarak kullanılmıştır.

Törebilimsel anlam, ahlaksal davranışların anlıkla belirlendiği anlayışı dile getirir; eş deyişle ahlaksal davranışlar bir bilgi ve uslamlama işidir. Genellikle anlığın başatlığında birleşen Platon, Descartes, Spinoza, Leibniz, Wolf, Kant, Hegel gibi birbirlerinden az ya da çok farklı birçok düşünürlerin öğretileri anlıkçılık genel adı altında toplanırlar. Genellikle küçümseyici anlamda kullanılan terimin ayırıcı niteliği, varlıkları anlıksal temele indirgemek’tir.

Anlıkçılar içinde Platon gibi nesnel gerçekliği anlıksal gerçekliğin bir kopyası sayan, Kant gibi nesnel nesnel gerçekliğin varolduğunu, ama asla bilinemeyeceğini ileri süren, Berkeley gibi nesnel gerçekliği tümüyle yadsıyan düşünürler vardır. Felsefe sözlükleri çoğunlukla anlıkçılığı düşüncecilikten ayırmaya çalışırlarsa da doğru değildir.

Çünkü açık, gizli, dolaylı olmak üzere çeşitli yollardan da olsa anlıkçıların hepsi düşüncecilik temelinde birleşirler.



Orhan Hançerlioğlu (Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi)

Algı

Osm. İdrak, Şuur, Teferrüs, Fr. Perception, Al. Perception, Wahrnehmung, Empfindung, Erfassung, İng. Perception, İt. Percepzione

Nesnel dünyayı duyular yoluyla öznel bilince aktarma.

1. Etimoloji : Algı terimi, dilimizde de, Batı dillerinde de olduğu gibi almak kökünden türetilmiştir. Batı dillerindeki perception terimi, Hint-Avrupa dil grubunun almak anlamındaki kap kökünden gelir, ilkin Latinceye aynı anlamda capere sözcüğüyle geçmiştir. (O.H)

2. Felsefe : Algı, dış dünyanın duyumlarla gelen imgesinin bilinçte gerçekleşen tasarımıdır. Nesneler duyu örgenlerini etkiler. Bu etki bilince aktarılır. Ne var ki algı, arı duyumlardan, ansal bir işlevi gerektirmesiyle ayrılır. Örneğin görme duyumuz, her iki gözümüzde ve çeşitli planlarda beliren iki ağaç imgesi getirir. Bu iki ağaç imgesi ansal bir işlevle tekleşir. Tekleşen bu imgeye, bellekte biriken esli algılardan gerekli olanlar da çağrışım yoluyla eklendikten sonra ağaç algısı gerçekleşmiş olur. Özellikle görme, işitme ve dokunma duyuları insanın bilincine kavram ve düşünce yapımı için algısal gereçler taşırlar. Algı işlemini tarihsel süreçte duyumcular aşırı bir savla sadece duyuların, usçular da aynı aşırılıkta başka bir savla sadece usun ürünü saymışlardır. Oysa algı duyusal-ansal bir işlevdir. Alman düşünürü Leibniz'e göre de algı, bilinçdışı bir işlevdir. Algı, gerçek anlamında, öznenin, kendisinin dışında olanı alması demektir. Bununla beraber ruhbilimciler ruhsal edimlerle ilgili olarak, dış algı'ya karşı bir de iç algı'nın sözünü ederler. Felsefede algı terimi üç anlamda kullanılır : Algılama gücü, algı işlevi, algı olgusu. (O.H)

3. Ruhbilim : Ruhbilimde bir deneğin belli bir süreden birbirinden ayırt edilebilen tepkiler gösterebildiği çevrenin tümüne algı alanı (Fr. Champ de perception), algının beyinde gerçekleştiği süreye algı süresi (Fr. Temps de perception), algının parçaları arasındaki ilişkilerden oluşan yapıya algısal yapı (Fr. Structure perceptionelle), çeşitli nesnelerin bir bütün olarak ya da bir nesnenin özelliklerine ayrılmaksızın algılanmasına algısal birlik (Fr. Unite perceptionelle), duyularla gelen algısal gereçlerin bütünlenmesine ve anlamlandırılmasına algılaştırma (İng. Perceptualisation), ses iletiminin bozulmasından doğan sağırlığa algılama sağırlığı (İng. Perception deafness), algılayarak öğrenmeye algısal öğrenme (İng. Perceptual learning), belli bir örneğe uygun olarak algılama eğilimine algısal kurgu (İng. Perceptual set), denir. (O.H)

Bir şeye dikkati yönelterek, duyular yoluyla o şeyin bilincine varma. (Bir nesne duyular aracılığıyla algılanır, ancak algı duyusal izlenimlerden daha fazla bir şeydir. Bilinçli bir farkına varmadır., duyumları bilince ileten bir olaydır.

Algıda,




1. Algı olayı

2. Algı içeriği

3. Algı nesnesi ayırt edilir.


Algılar şu iki türe ayrılabilir:



1-Dış algı: Dış dünyadaki nesnelere yönelen algı



2- İç algı:İç dünyanın gerçeklerine (ruhsal durumlar, ruhsal edimler, ruhsal içerikler) yönelen ve onlarla ilgili olan algı.


Duyular yoluyla bir şeyin bilincine varma. Algı, katıksız duyumdan daha faz1a bir şeydir, çünkü. algılamada bilincin de payı var'dır. Onun için, algıyı, duyumun bilince iletilmesi gibi tanımlayabiliriz. Bu, genellikle, dış dünya ile ilişkilerde kullanılan "algı" teriminin tanmıdır.
Ama felsefe veya psikolojide, bazı içsel, psişik durumların da «algılanmasından» söz edilir.

felsefeekibi.com

Amaçlamak

Os: İstihdaf etmek, Hedef almak Fr: Buter, Viser İstenen sonucu elde etmeye yönelmek. Belli bir sonuç elde etmeye yönelmiş bütün insan eylemleri amaçlıdır.

KAYNAK:Orhan HANÇERLİOĞLU